Talat ÖZER

İçimden geldiğince dilim döndüğünce her çarşamba günü aynanın gülen yüzünü tutup yüzüme kendimde sizi bulup bir şeyler kaleme almak için geldim. Uzun süredir “ses”teydim bu temelli bir dönüş mü bilmiyorum “sus”a? Fakat bir süre sizinle muhabbeti ilerletebilmem için susmak gerekecek.
Ben de işini hakkıyla, en iyi şekilde, yapmaktan memnun olan biriyim, o vakit de sus lügatını açıp önümüze bakalım. Materyalist çağın dişlilerini lunapark sanan ne gözü ne gönlü doyan insancıklara da selam olsun. Belki ruhlarının frekanslarında bir ses kırıntısı kalmıştır özlerinden sözlerine. Ama asıl sözümüz sus ahalisine ve mimesis ıslaklığı bilen gönülleredir.
Ben susa çıkınca canım uzun yollar çeker, ey okur! Gittikçe düşüneyim, düşündükçe kendimi karanlığın en dibinde bulayım isterim. İsterim ki aydınlık zifirin zirvesinde başlasın. Zirvenin siyahında selam vereyim gözlerine günün ilk ışığını süren insana. İsterim ilk demlikte kaynayan çaydan bir bardak düşsün payıma.
Nereye mi gitmek istiyorum ey okur? En iç derinime, sırrı sadık köşküme, yalnız kendimin bildiği duvarları saydam olan vicdan odama, belki de dünya yolculuğumun ilk başladığı anne karnına yahut son mekân olan boyumca kazılan bir metre derinliğindeki o çukura…
Ey dost! Bugün iyi olmayana iylik yapmayı da bıraktım. Suskunun ilk vazifesi bu oldu benim için. Bir meczup karşıladı beni uzun süre sonra “Şehr-i Mümteni’ nin başkenti gönüllerdir, ne inciten ol ne de incinen. Bu şehirde ve hiçbir şiirde incinene ve incitene yer yok. ” dedi.
Ben de merhaba yazımı incinmek ve incitmek üzerine kurayım istiyorum. O meczubun meftun hatırına. Gönülden müsaade var dediğinizi duyuyorum. Hemen vazifeye sayıyorum bu durumu kendime.
Hatasız kul yok, hatayı az ya da çok yapan kullar var. Ancak insanları görerek portreler çıkardıktan sonra inciten ve incinen tarafta olduğumuzun farkına varırız.
İnsan tanıdınız mı hiç? Ben tanıdım, sırtımdaki izler onlardan kalan. İyiler olmadı mı hiç? Tabii ki oldu, onlar zaten kalpte köşkü sefadalar. Çok incindim ama incitmeye kıyamadım. Çünkü hamurumda incitmek yoktu. İncindiğim ve incitilen insanları size biraz anlatayım olur mu ?
İnsan bu, doymaz ve hep dahasını ister. Tok olduğu saniye de aç olduğunu unutur. Sıcakta soğuğu siler aklından. Bugünü bulur, dünü unutur. İnsan unutur ama işine geldiğince hatırlayıp unutur. İşte tüm sorun da burada başlayıp bitiyor. Kimilerinin hayatına dahil oluyor, kimilerinin hayatından çıkıyor yahut çıkarılıyoruz.
Çıtkırıldım bir yapıya sahipsek uzun ağlayışlar, uzadıya yıkılışlar yaşıyoruz. Eğer birazcık dirayetliysek gölge boyumuz kadar susuyoruz. Ne diyelim ikisinde de vardır bir hayır. Ama hayırsızlık dahil olmakta mı yoksa sebebsiz yere yaşantının içinde çıkıp gitmekte mi bunu bilmek gerekiyor. İşte incinen mi inciten mi lügatı burada tarife değer oluyor.
Bazı insanlar anlaşılmamak üzerine doğmuşlardır. Ne kendilerinden bir şeyler sunar ne de ispata çabaları vardır. İşlerine bakarlar, dünyaya dair ortak ışık olan odalarının avize lambalarını söndürüp kendilerine dair mumlarını yakarlar. Karanlık kendi elinle yırtılmadıysa hiçbir zaman yırtılmaz, bunu iyi bilirler. Çok ama çok çabalarlar çünkü başarıya aşıklardır. En iyisini insanlık için isterler. Sürekli değil, gerçekten doğru vakitte gülümserler. Küçük şeylerden mutlu olup yine küçük şeylere kırılırlar. Zamanın sahibine inanır, ömür parçasında kendilerine ne kadar nefes sunulmuşsa onu yaşarlar. Saçımı sağa taradım, kadife gömleğimi giydim, X marka saatimi taktım demezler. Çünkü onların bu cümleyi kurmaya harcayacakları vakitleri yoktur. Oturdukları koltuk portakal sandığı gibidir, rahat bile değildir. Dünyanın derdini o koltukta düşünüp kendi dertlerini unuturlar. Bazen kendi kendileriyle konuşurlar, toplum deli der onlara ve çılgın gözüyle bakar, aslında en güzel şey insanın zihniyle konuşması değil midir? O zihin mutlaka bir vakit vicdana uğrar. Bu insanlar toplumda az para kazandıkları ve materyalist olmadıkları için sürekli silikleştirilmeye çalışılır. Onları silmek istedikçe gölgeleri büyür ve paranoyak sofist tiranlar onlara karşı hep kaybeder. Çokça sabır ederler, sabrın sonunun güzellik olduğunu bilirler. Sevdikleri insanların değerini bilirler. Çıkar uğruna kendini metalaştırıp basitleştiren insanları gözünden tanırlar. Köşk ve konakta doğmadıkları için hayalleri de dünya saltanatı değildir. İnce düşündükleri için inceldikleri yerden kırılırlar ama pes etmezler. Dışa değil içe dönerler ve vatanlarını sevmekten vazgeçmezler.
Bazı insanlar da en güzel benim yaptıklarım, en iyi benim kusursuzum diyerek kendilerini yalan yanlışlarla büyütür. Kendilerine birkaç parazit ses bulup o sesleri canım cicim lügatıyla idaelize ederler. Aynaya yöneldiklerinde kılık kıyafetlerine bakmaktan yüzlerine bakmayı unuturlar. Kısa düşünüp uzun cevap verirler. Zihni yormaktan kaçarlar çünkü annelerinin babalarının biricikleridir. Kusursuzlardır. Yorulamazlar kattiyen, kendilerini kötü hissedemezler çünkü onlar yorulursa felaket olur. Okumayı sevmezler ama okur görünürler, diplomaları ise marketten alınan fiş ile eş değerdir. İşlerini iş olsun diye yaparlar. Bir de her günleri at meydanıdır. Kendilerini hep başkalarıyla yarıştırırlar. O, şu, bu lügatlarinin vahim kelimeleridir. İnsanları aşağılamaktan hoşnut olur ve bu durumla övünürler. Sabırları ise hiç yoktur, hemen her şey olsun isterler. Zorluğu görmesinler hemen artlarını dönüp giderler. Savaşamazlar, cicim atta kültürüyle büyüyen kişilerden savaşmasını beklemek zaten mümkün değildir. Ama titrleri ve unvanları vardır. Sosyal kuvezlerde, likeistanda yaşarlar, trentopic olup huzurla uyurlar. Femenolojiden uzak fenomenlerdir. Çünkü onlar için aşağılamak ve incitmek değer seviyesidir.
Sözü uzattın diyorsunuz belki de ama eksik var fazla yoktur ey dost! Siz anlatın dediniz ben de gördüğümü anlattım. Bu iki açıklamaya tabii olan insanlara tren garlarında, otogarlarda, banka atmlerinde, tiyatro salonlarında, konferanslarda ve her yerde rastlarsınız. Birisi sanat için oradadır, diğeri o görseli türdeşlerine servis etmek için.
Hangi aynada durabilirim diye çok düşündüm. Siz de düşüneceksiniz ama çok şükür o aynada yüzümü gördüm. Vitrin sendromuna yakalanmadığım için de mutlu oldum. Sonra kendime dedim ki “ Lanet olsun unvana, paraya, pula, titre ve emeksiz kurulan saltanata; kıymet vermeyene lanet olsun elinde olanın değerini bilmeyip dışarıda gözü olana. Lanet olsun arı dili olup da sunni dilde cümle kurana.”
Yorulduğum için değil, daha güçlü bilenip mücadele etmek için döndüm “sus”a. Biraz köşeme çekilip sözün eri olmaya yemin ettim. Hayatımın son anına kadar sizin sunduğunuz “ ediplik” unvanını “edep” ile taşıyacağıma söz verdim. Hangi tarafta olacağıma dahil seçimimi yaptım. Belki de sıra sendedir ey okur! Sen de tercihini yap, ya aynada yüzünü ya da yükünü göreceksin. Belki yeniden buluşacağız ya da sen de küsüp gideceksin. Sorarsan bizden yana “Helali hoş olsun.” deriz. Ama bizden sonrasına da kefil değiliz. Konuşmaya susayan bir adamdan kendisi gibi bir “ Merhaba!” herkese, her şeye.
6 yorum ““SES”E VEDA “SUS”A MERHABA”
Gönül ve zihin süzgecinden geçmiş hakikat dolu sözler. Kaleminize ve yüreğinize sağlık.
Kalemine, yüreğine sağlık. Dostça, hoşça, arifçe bir merhabaya hasret kalmıştık uzun zamandır. 👏👍
Yüreğine ve kalemine sağlık….
artık köşe yazılarına Merhaba.
Adil kaleminiz var olsun hocam.
Yazmak ve mücadele etme ruhunuza hayranım hocam. Okudukça insanlığın günümüz yüzümüzdeki haline şahitlik ettik
ses sus ve muammayı ilk olarak şehri mumteni de görmüştüm derin snlsdigim vakit neyin nasıl olduğunu pek idrak edememiştim ama insanları ve gerçekleri gördükçe daha iyi anlıyorum.
Sen yaz hiç durmadan yaz bir solukta okuyalım