A. Oktay FERİK

Ülkemiz bir deprem ülkesi ve deprem hayatımızın ekmek ve su gibi bir gerçeği… Tarihte bu topraklarda nice büyük depremler meydana gelmiş, maddi hasar ve can kayıplarına neden olmuştur. Yapılan araştırmalarda İstanbul’da 1509, 1690 ve 1894 yıllarında gerçekleşen depremlerin büyüklüğü ve yıkıcılığından bahsedilir. O dönemlerde İstanbul’da binaların ahşap olması can kaybını önlerken, çıkan yangınlar maalesef kayıpları artırmıştır. Bunda da yine ahşap binaların etkisi büyüktür. Cumhuriyet tarihimizin büyük depremleri arasında kronolojik sıralamayla 26-27 Aralık 1939 Erzincan depremi ilk sırada yer alır. Deprem yüzey dalgası ölçümüne göre 7,9, rıhter ölçeğine göre 7,2 şiddetinde olmuş ve resmi rakamlara göre 32.962 vatandaşımızın hayatına mal olmuştur. 17 Ağustos 1999 tarihinde gerçekleşen ve tarihe Gölcük Depremi olarak geçen depremde 7,4 şiddetinde ölçülmüş ve yaklaşık 18.000 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Hemen peşinden 12 Kasım 1999 Düzce Depremi ise 7,2 ile kayıtlara geçmiş ve 840 vatandaşımızın kaybıyla sonuçlanmıştır. Yakın zamanda Van, Elazığ ve İzmir depremleri de yine keza maddi hasarlara ve can kayıplarına yol açmış, milletimiz zor günde bir olmak tecrübesiyle, devletimizin kendi imkânlarıyla yaraları sarmış ve hayatı en kısa zamanda akışına döndürmüştür. Depremin hayatımızın bir parçası olduğu gerçeği ile 6 Şubat 2023 Pazarcık Depremi ile bir kez daha yüzleştik. 7,7 şiddetindeki deprem 10 ilimizi ve başta Suriye ve Irak olmak üzere pek çok ülkede hissedildi. Daha Pazarcık Depreminin şokunu atlatamamışken 7,6 şiddetinde Elbistan merkezli yaşanan ikinci deprem ise felaketi katlayan bir hadiseydi. Şu ana kadar yazdıklarım resmi kaynaklardan alınan veriler. Tabi bunlar haricinde de nice depremler yaşadık. Van- Muradiye, Kütahya- Gediz, Balıkesir- Gönen, Hakkâri, Müreffe, Malazgirt, Afyon- Dinar gibi depremlerde yakın tarihimize geçen yer sarsıntılarıdır.
Aziz Okur,
Eskilerin zelzele, hareket-i arz diye de adlandırdığı deprem uzmanlarının ifadesiyle bir yer hareketidir. Ve haliyle konusu bilimin sahasıdır. Bu alanda hurafeye, kulaktan dolma dedikoduya yer yoktur. Ülkemizde önemli fay hatlarının üzerinde olduğuna göre depremi önemsememiz ve onunla yaşamayı öğrenmemiz gereken bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. 1999 Gölcük depremi sonrasında en ağır ve acı yüzüyle karşılaştığımız depremin aslında öldürmediği, insanı öldüren şeyin depreme dayanıksız, malzemeden çalınan, ilgili yönetmeliklere uygun yapılmayan yapılar olduğunu öğrendik. “ Deprem öldürmez, ihmal öldürür.” Vecizesi ezberlendi ve özellikle hararetli tartışmalarda hep bu sözün kudretine sığınıldı. Acı kayıplar ve yaşanan maddi hasarlar sonrasında zamanını bekleyen yeni depremlere ders ve ibret olarak yansıyacak ümidi yeşertildi yüreklerde… Tedbirlerimizi alıyoruz, yönetmelikler gözden geçiriliyor, standartlara uymayanlara ağır cezalar geliyor nutukları ile yıllar aktı geçti. Tabi bu aralarda deprem yine ara ara bizi yokladı. Van, Elazığ, İzmir farklı tarihlerde can kayıpları ve maddi hasarlar ile ben sizinle beraberim diye hep haykırdı deprem…
Kıymetli Okur,
Bizler çok inançlı bir milletiz. İnancımızın en sır noktası olan kader ve tevekkül mevzuunda da bize has bir itikat ve inanç yüklemimiz var. Bizim kader telakkimiz, hadisenin sonucuna teslimiyet olarak tezahür eden bir hâl. Tevekkül diyerek yaslandığımız duvar maalesef tevekkül değil mazeretlerimizin karton kalesidir. Tembelliğimizin balondan hisarıdır. Miskinliğimizin malul ve mahut sembolüdür. Tevekkül, bir iş için gerekli olan bütün tedbirleri alıp, beşeri planda üstüne düşen azmi ve gayreti gösterip neticeyi Allah’a bırakmaktır. Kader ise Allah’ın ezel ilmiyle bildiği kulun cüzi iradesiyle sorumlu ve mesul olduğu hayatıdır. Deprem gibi konusu itibariyle bilim sahasının içine giren, uzmanlarına kulak kesilmesi gereken bir hassas meselede, fay hattının üzerine hem malzemeden çalarak hem de yönetmeliğin dışına çıkarak devasa binalar dikmenin, bu binalara izin ve ruhsat vermenin, yapılan uyarılara da, “ Orasını Allah bilir sen o uzmanlara bakma onlara kalsa memlekette taş üstüne taş koyamayız” diyerek cürmünü savunmanın neresi İslam’ın akıl ve bilim anlayışına, neresi kader ve tevekkül itikadına uymaktadır. İslam’ın öncelediği ve muhafazasını emrettiği hususlar vardır. Bunlar Hayat (Can), Din, Akıl ve nesildir. Hayat hakkı azizdir. Hayat hakkının temininde de asgari yaşam şartlarını haiz olmak gerekir. Barınma bunların başında gelir. İnsanların barınma ihtiyaçlarına cevap verecek standartlarda yapıların inşa edilmesi ise hem kanunen hem de vicdanen (ahlaken) şarttır. Hammurabi kanunları 229.maddeye göre; “ Eğer bir mimar, bir adama ev yapıp, yaptığını sağlam yapmazsa ve yaptığı ev çöküp, ev sahibinin ölümüne sebep olursa, o mimar öldürülecektir.” Hükmü yer almaktadır. Yani ev yapmak evi sattıktan sonra ya da devrettikten sonra mesuliyetinin ve mükellefiyetinin biteceği bir durum değildir. Bu asırlar önce bile yazılı metinlere girmiş bir vakıadır.
Aziz Okur,
Bizim ülkemizde ise hem kanunların çok sık değişmesinden kaynaklı, hem de aslında inanç sistemimizde olmayıp bizim uydurduğumuz bir nemelazımcılık ve hurafe tevekkül anlayışından kaynaklı bir suiistimal alıp başını gitmektedir. Elin ülkesinde 9 şiddetinde yaşanan depremlerde can ve mal kaybı olmazken bizim yurdumuzda 6 ila 8 arasındaki depremlerde binlerce vatandaşımız hayatını kaybetmekte, milyarlarca doları aşan maddi hasarlar meydana gelmektedir. Bizim gibi akıl ve bilim ile asla çatışmayan bir dinin ve asırlardır yaşayan kadim töreye sahip bir milletin evlatlarına bu acı tabloları yaşamak yakışıyor mu? Depremin değil ihmalin ve tedbirsizliğin öldürdüğü farklı ülkelerdeki örnekleriyle sabit olan bir doğa olayını mistik yorumlarla, ona insanların aklını ve kalbini esir alacak anlamlar yükleyerek bir kader ve tevekkül meselesi ile oldubittiye getirmek vicdanımıza sığıyor mu?
Her yaşanan hadiseden sonra hep aynı sözlerin hep aynı nutukların tesirinde kalıyoruz. Ama görünen o ki hiçbir somut adım atmıyoruz. Bizde bazı işler hep şekilde kalıyor. Zarfa mahkûm olmuşuz, mazrufu düşünmüyoruz. Binalarımızı bize can emniyetimizin bir aracı olarak mı yoksa mezar taşımız olarak mı tahsis ediyorlar gerçekten anlamış değiliz. Her deprem sonrasında millet olmanın yüceliğini gösteriyor, birlik ve beraberliğin en güzel numunelerini sergiliyoruz. Birlik ve beraberliğin, dayanışmanın, kadirşinaslığın en mümtaz örnekliğini yaşatıyoruz. Devletimizde bütün organlarıyla seferberlik ilan ediyor ve enkaz altında vatandaşlarımıza ulaşmaya çalışıyor, depremzedelere bundan sonraki hayatları için ihtiyacı olan gereksinimleri temin etmeye çalışıyor. Bunlar yıkımın ardından yapılan ve hepimizi bir araya getiren zor gün seferberliğinin nişaneleridir. Ama fakat lakin bu afetlerin yıkıcılığına neden olan suiistimaller, hatalar, yanlış politikalar ve kalıplaşmış davranış biçimleri açısından maalesef sınıfta kalıyoruz. Japon bilim insanlarının; “Genel af çıkartılabilir bu kişinin cürmünden nedamet duyduğu ve bir daha teşebbüs etmeyeceği anlamına gelir. Ama fay hattındaki bir ülkede, deprem ile yaşayan bir ülkede imar affı çıkarmanın hiçbir akıl ve izan ile anlaşılır tarafının olmayacağı açıktır” sözleri bu meselenin ne denli önem arz ettiğine açık bir delildir.
Artık bazı felaketlerden gerçekten ders çıkarmamız gereken acı bir süreçten geçiyoruz. Başta Maraş olmak üzere depremi yoğun yaşayan Hatay, Adıyaman, Antep, Adana, Osmaniye, Diyarbakır ve tadat edemediğim nice beldelerde yaşayan vatandaşlarımıza ve Türk milletine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Rabbim bir daha böyle acılar yaşatmasın. Milletimizin başı sağ olsun. Yaralarımızı saracak güç ve kudreti devletimize bahşetsin.
ekmek ve su gibi bir gerçeği… Tarihte bu topraklarda nice büyük depremler meydana gelmiş, maddi hasar ve can kayıplarına neden olmuştur. Yapılan araştırmalarda İstanbul’da 1509, 1690 ve 1894 yıllarında gerçekleşen depremlerin büyüklüğü ve yıkıcılığından bahsedilir. O dönemlerde İstanbul’da binaların ahşap olması can kaybını önlerken, çıkan yangınlar maalesef kayıpları artırmıştır. Bunda da yine ahşap binaların etkisi büyüktür. Cumhuriyet tarihimizin büyük depremleri arasında kronolojik sıralamayla 26-27 Aralık 1939 Erzincan depremi ilk sırada yer alır. Deprem yüzey dalgası ölçümüne göre 7,9, rıhter ölçeğine göre 7,2 şiddetinde olmuş ve resmi rakamlara göre 32.962 vatandaşımızın hayatına mal olmuştur. 17 Ağustos 1999 tarihinde gerçekleşen ve tarihe Gölcük Depremi olarak geçen depremde 7,4 şiddetinde ölçülmüş ve yaklaşık 18.000 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Hemen peşinden 12 Kasım 1999 Düzce Depremi ise 7,2 ile kayıtlara geçmiş ve 840 vatandaşımızın kaybıyla sonuçlanmıştır. Yakın zamanda Van, Elazığ ve İzmir depremleri de yine keza maddi hasarlara ve can kayıplarına yol açmış, milletimiz zor günde bir olmak tecrübesiyle, devletimizin kendi imkânlarıyla yaraları sarmış ve hayatı en kısa zamanda akışına döndürmüştür. Depremin hayatımızın bir parçası olduğu gerçeği ile 6 Şubat 2023 Pazarcık Depremi ile bir kez daha yüzleştik. 7,7 şiddetindeki deprem 10 ilimizi ve başta Suriye ve Irak olmak üzere pek çok ülkede hissedildi. Daha Pazarcık Depreminin şokunu atlatamamışken 7,6 şiddetinde Elbistan merkezli yaşanan ikinci deprem ise felaketi katlayan bir hadiseydi. Şu ana kadar yazdıklarım resmi kaynaklardan alınan veriler. Tabi bunlar haricinde de nice depremler yaşadık. Van- Muradiye, Kütahya- Gediz, Balıkesir- Gönen, Hakkâri, Müreffe, Malazgirt, Afyon- Dinar gibi depremlerde yakın tarihimize geçen yer sarsıntılarıdır.
Aziz Okur,
Eskilerin zelzele, hareket-i arz diye de adlandırdığı deprem uzmanlarının ifadesiyle bir yer hareketidir. Ve haliyle konusu bilimin sahasıdır. Bu alanda hurafeye, kulaktan dolma dedikoduya yer yoktur. Ülkemizde önemli fay hatlarının üzerinde olduğuna göre depremi önemsememiz ve onunla yaşamayı öğrenmemiz gereken bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. 1999 Gölcük depremi sonrasında en ağır ve acı yüzüyle karşılaştığımız depremin aslında öldürmediği, insanı öldüren şeyin depreme dayanıksız, malzemeden çalınan, ilgili yönetmeliklere uygun yapılmayan yapılar olduğunu öğrendik. “ Deprem öldürmez, ihmal öldürür.” Vecizesi ezberlendi ve özellikle hararetli tartışmalarda hep bu sözün kudretine sığınıldı. Acı kayıplar ve yaşanan maddi hasarlar sonrasında zamanını bekleyen yeni depremlere ders ve ibret olarak yansıyacak ümidi yeşertildi yüreklerde… Tedbirlerimizi alıyoruz, yönetmelikler gözden geçiriliyor, standartlara uymayanlara ağır cezalar geliyor nutukları ile yıllar aktı geçti. Tabi bu aralarda deprem yine ara ara bizi yokladı. Van, Elazığ, İzmir farklı tarihlerde can kayıpları ve maddi hasarlar ile ben sizinle beraberim diye hep haykırdı deprem…
Kıymetli Okur,
Bizler çok inançlı bir milletiz. İnancımızın en sır noktası olan kader ve tevekkül mevzuunda da bize has bir itikat ve inanç yüklemimiz var. Bizim kader telakkimiz, hadisenin sonucuna teslimiyet olarak tezahür eden bir hâl. Tevekkül diyerek yaslandığımız duvar maalesef tevekkül değil mazeretlerimizin karton kalesidir. Tembelliğimizin balondan hisarıdır. Miskinliğimizin malul ve mahut sembolüdür. Tevekkül, bir iş için gerekli olan bütün tedbirleri alıp, beşeri planda üstüne düşen azmi ve gayreti gösterip neticeyi Allah’a bırakmaktır. Kader ise Allah’ın ezel ilmiyle bildiği kulun cüzi iradesiyle sorumlu ve mesul olduğu hayatıdır. Deprem gibi konusu itibariyle bilim sahasının içine giren, uzmanlarına kulak kesilmesi gereken bir hassas meselede, fay hattının üzerine hem malzemeden çalarak hem de yönetmeliğin dışına çıkarak devasa binalar dikmenin, bu binalara izin ve ruhsat vermenin, yapılan uyarılara da, “ Orasını Allah bilir sen o uzmanlara bakma onlara kalsa memlekette taş üstüne taş koyamayız” diyerek cürmünü savunmanın neresi İslam’ın akıl ve bilim anlayışına, neresi kader ve tevekkül itikadına uymaktadır. İslam’ın öncelediği ve muhafazasını emrettiği hususlar vardır. Bunlar Hayat (Can), Din, Akıl ve nesildir. Hayat hakkı azizdir. Hayat hakkının temininde de asgari yaşam şartlarını haiz olmak gerekir. Barınma bunların başında gelir. İnsanların barınma ihtiyaçlarına cevap verecek standartlarda yapıların inşa edilmesi ise hem kanunen hem de vicdanen (ahlaken) şarttır. Hammurabi kanunları 229.maddeye göre; “ Eğer bir mimar, bir adama ev yapıp, yaptığını sağlam yapmazsa ve yaptığı ev çöküp, ev sahibinin ölümüne sebep olursa, o mimar öldürülecektir.” Hükmü yer almaktadır. Yani ev yapmak evi sattıktan sonra ya da devrettikten sonra mesuliyetinin ve mükellefiyetinin biteceği bir durum değildir. Bu asırlar önce bile yazılı metinlere girmiş bir vakıadır.
Aziz Okur,
Bizim ülkemizde ise hem kanunların çok sık değişmesinden kaynaklı, hem de aslında inanç sistemimizde olmayıp bizim uydurduğumuz bir nemelazımcılık ve hurafe tevekkül anlayışından kaynaklı bir suiistimal alıp başını gitmektedir. Elin ülkesinde 9 şiddetinde yaşanan depremlerde can ve mal kaybı olmazken bizim yurdumuzda 6 ila 8 arasındaki depremlerde binlerce vatandaşımız hayatını kaybetmekte, milyarlarca doları aşan maddi hasarlar meydana gelmektedir. Bizim gibi akıl ve bilim ile asla çatışmayan bir dinin ve asırlardır yaşayan kadim töreye sahip bir milletin evlatlarına bu acı tabloları yaşamak yakışıyor mu? Depremin değil ihmalin ve tedbirsizliğin öldürdüğü farklı ülkelerdeki örnekleriyle sabit olan bir doğa olayını mistik yorumlarla, ona insanların aklını ve kalbini esir alacak anlamlar yükleyerek bir kader ve tevekkül meselesi ile oldubittiye getirmek vicdanımıza sığıyor mu?
Her yaşanan hadiseden sonra hep aynı sözlerin hep aynı nutukların tesirinde kalıyoruz. Ama görünen o ki hiçbir somut adım atmıyoruz. Bizde bazı işler hep şekilde kalıyor. Zarfa mahkûm olmuşuz, mazrufu düşünmüyoruz. Binalarımızı bize can emniyetimizin bir aracı olarak mı yoksa mezar taşımız olarak mı tahsis ediyorlar gerçekten anlamış değiliz. Her deprem sonrasında millet olmanın yüceliğini gösteriyor, birlik ve beraberliğin en güzel numunelerini sergiliyoruz. Birlik ve beraberliğin, dayanışmanın, kadirşinaslığın en mümtaz örnekliğini yaşatıyoruz. Devletimizde bütün organlarıyla seferberlik ilan ediyor ve enkaz altında vatandaşlarımıza ulaşmaya çalışıyor, depremzedelere bundan sonraki hayatları için ihtiyacı olan gereksinimleri temin etmeye çalışıyor. Bunlar yıkımın ardından yapılan ve hepimizi bir araya getiren zor gün seferberliğinin nişaneleridir. Ama fakat lakin bu afetlerin yıkıcılığına neden olan suiistimaller, hatalar, yanlış politikalar ve kalıplaşmış davranış biçimleri açısından maalesef sınıfta kalıyoruz. Japon bilim insanlarının; “Genel af çıkartılabilir bu kişinin cürmünden nedamet duyduğu ve bir daha teşebbüs etmeyeceği anlamına gelir. Ama fay hattındaki bir ülkede, deprem ile yaşayan bir ülkede imar affı çıkarmanın hiçbir akıl ve izan ile anlaşılır tarafının olmayacağı açıktır” sözleri bu meselenin ne denli önem arz ettiğine açık bir delildir.
Artık bazı felaketlerden gerçekten ders çıkarmamız gereken acı bir süreçten geçiyoruz. Başta Maraş olmak üzere depremi yoğun yaşayan Hatay, Adıyaman, Antep, Adana, Osmaniye, Diyarbakır ve tadat edemediğim nice beldelerde yaşayan vatandaşlarımıza ve Türk milletine geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Rabbim bir daha böyle acılar yaşatmasın. Milletimizin başı sağ olsun. Yaralarımızı saracak güç ve kudreti devletimize bahşetsin.