Mustafa ATALAY

Karamsar dualar kadar taliptik hayata. Bir bilinmezliğin aktığı nehirde ab-ı hayat aramak için yola çıkan biçarelerdik. Savunmasız geçmişimizin sırtımızda oluşturduğu kambur gün geçtikçe dizlerimizi büküyordu. Hayat hiç olmadığı kadar şükürdü, hep olduğu gibi vakur. Hayat hep olduğu yerdeydi. Biz, her şeye değer atfeden biz, hayatın çömeziydik. Ömrümüz boyunca ustası olamayacağımız dertlerimizi çoğaltmakla geçiyordu zamanımız. İyi olmayı rafa kaldırmış, iyi kalmayı konuşacak dillerimiz lal olmuştu.
Tevafuk, geleceğimiz için düşünceler üretmekten aciz bir toplumun parçasıydık. Evet, tevafuktu bu buna emindik, bu bilinçli bir aklın projesi olamazdı. Bizler dünyaya gelirken verdiğimiz ahdimize bağlı kalsak da, dünya bu ahdi tanımayacak kadar aşağıda kalmıştı. Kırılgan fikirler çöplüğünde, maymun iştahıyla başladığımız bilmem kaçıncı iyiliğin gündüze ulaşmayan gecesinde, tükenmek düşmüştü bahtımıza. Uykumuz, bir mayın tarlasında hassas ve dakik arayışların tedirginliği ve ürkekliğini çağrıştırıyordu. Ne gecemiz örtü oluyor, ne gündüzümüz meşguliyetin huzurunu kovalayabiliyordu. Bir yerlere yetişmekti amacımız ama navigasyona gideceğimiz yeri bir türlü tanımlayamıyorduk. İnsan diğer varlıklardan bilinç ve sorumluluğu ile ayrılırdı. Biz bilincimizin kıvrımlarında kayboluyorduk. Zaten, burcu burcu bahar kokan sokağın gül kokularıyla bezeli arnavut kaldırımları beğenmiyordu bizi. Romanlarda okumuştuk bu tasvirleri, orada kalmamalıydı. Kaldı.
İnsan kalmadı, kaldı her şey alemde. Hayallerimiz huzuru konuk etmiyor, her hayalin yolu acı ve ıstıraba çıkıyordu. Coğrafya kaderdi ama insan bu kaderin neresindeydi? Bilmiyordu. Her insan bir insan kadar sancı çekseydi, düzelir sanıyorduk her şey. Bir insan dünyanın derdini yüklenmiş deseler gülerdik eskiden. Dert, acı, ıstırap, sancı… Bizi biz yapan her ne varsa bu dünyanın bir parçası olmamalıydı. Sesimizi kısamazlardı. Dün yasaklamışlardı her yerden konuşmayı, sindirilmiş bir düşüncenin soysuz parçalarıydık çünkü biz. Acımasız eleştiriler parçalamıştı göğsümüzü, insanlığımızsa haysiyetini korumak için dimdik ayaktaydı. Özümüz sözümüze, sözümüz de özümüze kefildi. Hayallerimiz kardan aydınlıktı, biz karanlığa mahkûm olduk.
İnsan, hakkını istediği hayatın bedelini ödemeyi göze alamıyordu. Bayatlamış, küflenmiş ve tadı değişmiş bir arzunun peşinde bitiriyordu her şeyi. Bir yerlerde umut kırıntılarıyla öpülüp baş üstüne konulurken, başka bir yerde spot ışıklar altında tüketilen bir metaya dönüştürülüyordu. Hükmünü cinsiyete, teşhire ve tüketilen bir figüran olmasına göre almaya başlıyordu. Bir krizdi bu. Yankıları ceplerimizde değil yüreklerimizde süren bir kriz. Hiçbir otoritenin gündemine almadığı, çözümler sunmak için kaygı duymadığı ve sorunun varlığını bile tespit etmediği bir kriz.
Saçının rengi, teninin rengi ve bulunduğu coğrafyaya göre acısı değişmiyordu insanın. Haklı- haksız, doğru-yanlış ve iyi-kötü yaşanılan muhite göre değerlendirilen bir veri değil, vicdanların konusu olarak samimiyet süzgecinden geçirilen bir değer olarak ortaya konmalıydı. Bilemedik, samimiyeti ve güveni yitirmiştik. Herkes elini taşın üstüne koymuştu. Yerinde ağır kalıyordu bütün hor görme ve itip kalkmalar. Kimyasal silahların insanı içten kavurucu etkisi hakkında da elimizden gelen tek şey, yine içimizin kavrulmasıydı. En zayıf halkadan tutunmak için insanlığa, gösterdiğimiz çaba bile kalbimizi kanatıyordu. Bu kadar eksiğimiz ve yanlışımıza rağmen buğuz edecek bir kalp verir miydi bize Allah?
İnsan yaşadığı toplum kadardı. Çevresiyle bir bütün olmaya uyum sağlayan bir yeteneği vardı. Bu yetenekten daha üstünü çevresini de dönüştürecek bir gücünün olmasıydı. Bu gücün farkına varmak emek isteyen bir yola yolcu olmayı gerektiriyordu. Oysa yaşamak için emek vermemeliydi insan. Yaşamak dertsiz, tasasız, karmaşasız, problemsiz ve olabildiğince rahat olmalıydı. Sürekli kolay yollardan güç edinmeye ve bu gücü olabildiğince elinde tutmaya müsait olmalıydı. Avucunda sadece duası kalmış insanlık, avucuna dünyayı sığdırmaya çalıştı. Dua dünyadan büyüktü. Dünya duanın yerine sığamayacak kadar biçimsiz.
İnsan, bir toplumu oluşturan mikroskobik canlılar kadar ahenkli, düzenli ve tertipli; bir bedeni ifsat eden mikroskobik canlılar kadar karmaşa, düzensiz ve kaos yanlısıydı. Sağlıklıyken dünyalara hakim olacak bir güce sahip olduğunu iddia edecek kadar cesaretli, bir hastalık anında çaresiz kalacak kadar da savunmasızdı. Başına gelen musibetlerde içine kıvrılan bir cenin gibi geldiği yere dönüyordu. İnsan özüne dönmesi için başı beladan uzaklaşmayan bir varlık mıydı? İnsan, görünüşte bir bedendi belki ama, gerçekte bir bedenden fazlası:
Aşikârdır can-beden, gör insanı
Yok, izin, görmez fakat insan, canı (Mevlana, Mesnevi, Beyit 8)
Bu âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem manaya derler
Suret ile kaş değil (Kaygusuz Abdal)
Bir serencam bu; kim kimde, ne neyle, nasıl ve niçin ölçülür bilen yok! Her değer kendi mihengi ile ölçülür imiş, mizan yok. Karmakarışık bir dünya burası, hayasızlık maskesini takmış insanoğlu tanıyan yok. Varlık hiç bu kadar sancı çekti mi, bilen yok. Kavga çok, ayrılık çok, tartışma çok, kandırma çok… Bir huzur yağsa gökten çoğalacağı gönül yok. Kalmamış samimiyet, isyan oldukça çok. İnsan kendine isyan ediyor, habersiz çok. Her şey Yaratılan’a rücu ediyor gören yok.
Toprak da kendine yabancılaşıyor. Çamur balçığa, balçık pişirilmiş balçığa… Suret ile siret arasında kayboluyor insanlık. Beşeriyeti şahsiyetine tercih ediyor, hazzı huzura. Dağlara yüklenemeyen o yükü artık insan da kaldıramıyor. Herkes âlemin ipine sımsıkı sarılmış, ahret yitip gidiyor. Herkes dünyaya rızık taşıyor, oysa ahretten hiç gelen vaki değil. Uzaktan koşup gelmiyor bombalar, düştüğü yeri tüketiyor ancak. İçimiz cız ediyor her seferinde, insanlık maalesef bir kez daha ölüyor, cesetler ise canlı-kanlı yalnızca var olanı izliyor…