Ömer Faruk AYDIN
İnsanın ruhu neredeyse ‘kendi’si, ‘ben’i oradadır.
‘Kendi’, ‘ben’ deyip hemen geçmemek lazım. O ben dediğimiz, nüfus cüzdanında yazan isim, soyisim, doğum tarihi vb. değil, yani şekildeki görünen ‘ben’ değil, kendi ve ben dediğimiz. Hayali’nin dediği ‘ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler’ dediği üzere işaret ettiği, insanın bir ömür farkında olmadığı, olduğunu sandığı, aramakla mükellef olduğu, hakiki kimlik, nüfus cüzdanında yazan değil… Yani bilinen ‘ben’in ötesi.
Evet, insanın ruhu neredeyse ‘kendi’si ‘ben’i oradadır dedik. Hakikat bu iken, bu, bedenin geçiciliğine, faniliğine en büyük alamet değil mi? Bedenin, ruhun elinde bir oyuncak olduğuna emare değil mi? Düşünsenize, beden-ruh ikilemini hem varsın hem yoksun, aslında buradasın ama yoksun, ‘ara’dasın, ‘araf’tasın. Bu çıkarımdan söylenebilir ki, insan safi ‘ruh’tur. O yüzden denilmiştir ya; “bedene pranga vurabilirsiniz, ama ruha asla vuramazsınız.” Var mı ruha pranga vurabilecek? Yaradan o ruha kement atmadıktan sonra?
Nedir bu ruh dediğimiz, ruh nedir?
Yaşadığındır, hissettiğindir, olduğundur, en temiz ve en bakir halindir; kimsenin anlayamadığı, kimseye anlatamadığın, anlaşılmasını istediğin ama kelimelere döküp anlatamadığın, dile gelemeyen, anlatamadığında seni sıkan, boğan, daraltan…
Senin bir ömür peşinden gelen, karanlıkta gölgen, sensin yani.
Bedenin ise insanların gördüğü, yalan olan, riya olan, insanları yanıltan, yabancı ve yalancı bir cisim, ceset.
Evet, insanın ruhu neredeyse bedeni oradadır.
Varsın ama yoksun, dirisin ama ölüsün, buradasın ama aslında değilsin…
Koca Sultan Fatih’in ‘hangisine yanayım, bin türlü derdim vardır’ dediğidir ruh, insanların görmediğidir, insanın kimselere anlatamadığıdır. Ancak bir coşkunluk halinde yürekten kaleme, kalemden kâğıda dökülendir; ki insan soracak, koca Fatih bu, ne ola ki bin türlü derdi ola? Zahire aldanıp da ‘batın’ı göremeyen böyle söyler. Beden zahir, ruh batın.
İşte ruh, dediğimiz gibi insanın kendisi, saf hali, kimseye anlatamadığı, kimsenin anlamadığı, anlamlandıramadığı… O ‘bin türlü derdi’ yaşatan, yazdıran beden değil, bedenin parçası el değil, o ruh işte; kimsenin görmediği, göremediği ve hissedemediği, insanın kendisi, özü, nüvesi, tohumu…
Koca Yavuz’a ‘Ey gam öldürme beni, bu hicran gecesinde, zira bir güneş yüzlü handandan ayrı düştüm, gönül feryat ediyor karanlık gecelerde, gamlıyam bir mahcemal sultandan ayrı düştüm’, diye hüzne gark eyleyen o ruh. Yavuz’a karanlık gecelerde, kendisi ile başbaşa kaldığı zaman, herkesten uzakta gönlünü feryat ettiren, ‘gam’a sevkeyleyen, kimseler görmediği zaman feryat ettiren o ruh.
Ruhumu, yani beni, kendimi, benden başka kim anlayabilir?
Ruh hakikat, beden çöp…
Ruh, kimsenin temas edemediği, el süremediği…
Ruh bilimciler varmış, varsın onlar kendini kandırsın, onlar kabukla eğlenmeye devam etsinler, öze inemedikten sonra, eğleşsinler…
Ruh alem, alem insanın ruhu, cevheri…
Ruh, aşkı yaşatan, aşkı öldüren; insanı olgunlaştıran, çocuklaştıran…
Ruh ki, ‘ney’de Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye sırrı değil mi?
Kimin ruhu neye meylederse ‘o’dur kişi… Kimi işvekar bir kadına, kimi paraya, kimi mala, kimi bilmem başka sufli bir şeye meftun…
Ruh ki, sorar iken, arar iken cevabın cevaba muhtaç olduğu…
Bedenin evli ama ruhun değil, bedenin çalışıyor ama ruhun değil, bedenen varsın ama ruhen yoksun, ölmüşsün, cesetsin de haberin yok…
Peki nasıl koruyacaksın ruhunu kirden, tozdan, cifeden, leşten? Çünkü o emanet, Rabbin sana emaneti. Nasıl koruyacaksın o emaneti o ruhu? Dünya kârıyla zarar eylemeyerek, kalabalıklardan, ana caddelerden kendini koruyarak, çokluğa sırtını dönüp istikametini Hakk’a ve hakikate çevirerek, şahsiyet sahibi olarak ki ömür dediğimiz şey de şahsiyet sahibi olmak için bize verilen kısa bir mühlet değil mi?
Ruhuna sahip çık, emanete sahip çık, ki değil mi o kutlu sözde söylenen emanete ihanet eden bizden değildir diye…
Mevzu odur ki; ölüm atına binmeden, ruhu temiz bir şekilde sahibine teslim etmek.
Söz uçar yazı kalır, ten fani ruh baki…