PROF. DR. NURULLAH ÇETİN

*İnsan Merkezli Evren Anlayışı: Materyalistler madde merkezli bir evren algısına sahipken, insanı maddenin esiri, kölesi, hizmetçisi yaparken; İslam, insan merkezli bir insan algısını öne çıkarır. Materyalistler maddeyi belirleyen ve tanımlayıcı, insanı ise belirlenen ve tanımlanan ikincil bir unsur olarak algılarlar. İslam ise insanı belirleyici ve tanımlayıcı birincil etken unsur, maddeyi de tanımlanan, belirlenen ikincil bir öge olarak görürler. İslam medeniyetinin şiire yansıyan bir izdüşümü olan Divan şiirinde de İslam’ın insan anlayışı veciz biçimde yansıtılmıştır. Nitekim Urfalı Nabi’nin şu beytine bakalım:
“İllet-i gâiyyeyiz ma’nen takaddüm bizdedir
Âdemiz âlemden ey Nabi muahhar gelmişiz”
(Ey Nabi, biz insanlar yaratılışın gayesi, amacıyız. Dünyaya diğer varlıklardan sonra gelmişsek de aslında evrendeki yaratılmışlık bakımından öncelik bizdedir.)
Burada kastedilen şudur: Evrende cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar önce yaratıldı, en son insan yaratıldı. Maddi bakımdan üstünlük onlarda ama manevi bakımdan öncelik insandadır. Zira evrendeki bütün varlıklara, yaratılışa, maddeye, mekâna, zamana anlam veren, bunların farkında olan, bilgisine ve bilincine sahip olan insandır. İnsan olmasa bu evren ruhsuz, şuursuz, anlamsız bir varlık deposu haline gelir. Manevi bakımdan önceliğimiz bu anlamdadır.
Nitekim “Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.”(Zâriyât, 56) ayeti ve “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132) hadis-i kudsisi insanın manevi önceliğini vurgulamaktadır. Allah’ı tanıyarak kulluk etme özelliği insana aittir. Tanımak, farkına varmak, şuuruna varmak, bilmek, dille ifade etmektir. Evrende bir tek insan dediğimiz varlık bu evrenin mükemmel yaratılışını, olağanüstü güzelliğini, kusursuz işleyişini bilimler vasıtasıyla, akılla fark eder. Böylesine mükemmel bir evrenin bir yaratıcısı olduğuna; onun da Allah olduğunun idrakine ererek Allah’a bütün varlıklar adına bir temsilci, bir sözcü olarak teşekkürlerini ibadetleriyle ifade eder.
İslam’da insan, evrenin göz bebeğidir yani merkezidir. Canlı cansız yaratılmış olan bütün varlıklar insana hizmet için vardır.
Bu durumu Şeyh Galip bir beytinde şöyle ifade eder:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
(Ey insan! Sen kendine güzel, iyi, hoş bak. İnsan olarak varlığına saygıyla yaklaş. Çünkü sen evrenin özü, esası, temeli, ana unsuru, varlıkların, kâinatta yaratılmışların göz bebeği konumunda olan bir insansın.)
İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir yani onun meramını, amacını dile ve eyleme dökebilen tek varlıktır. Eşref-i mahlukattır. Yani yaratılmış olanların en şereflisidir. Ancak bütün bunlar insanın yaratılıştan gelen özellikleri sebebiyledir. Yani Allah insanı doğuştan böyle yaratmıştır. Ancak insan yaratılışına, fıtratına isyan eder, Allah’ın kendisinden istediği işleri yapmazsa o zaman esfel-i safiline düşerek kendisini yaratılmışların en aşağısına atabilir. Bu tamamen insanın tercihine bağlıdır. Allah’a inanır, onun emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat kurgularsa alâ-yı illiyyîne yani yükseklerin en yükseğine çıkabilmekte; hatta meleklerden bile daha yüksek mertebelere ulaşabilmektedir. Ancak Allah’a inanmaz, inkâr ve isyan ederse her türlü günah ve kötülüğü yaparsa o zaman da esfel-i safilîne yani düşülebilecek en aşağı mertebeye inmektedir.
İbrahim Hakkı bir beytinde şöyle der:
“Dil beyt-i Hüdâdır anı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o sultân gecelerde”
(İnsanın gönlü Allah’ın evidir. Gönül evini Allah’tan başka şeylere olan eğilimlerden, madde, dünya, mal mülk sevgisinden uzak tut, temizle. Sultan olan Allah gece vakitlerinde ibadet edildiği, Allah’ın anıldığı, zikredildiği zamanlarda sarayına iner.)
İnsanın gönlü Kâbe’ye de benzetilir. Nasıl Kâbe, Allah’ın evi ise insan gönlü de öyledir. İnsan gönlünde sadece Allah sevgisine, ilgisine yer vererek, günahlardan, şirkten uzak tutarak orayı temiz tutar.
Yunus Emre de aynı bağlamda şu beytleri söylemişti:
“İşbu vücut şehrine bir dem giresim gelür
İçindeki sultanun yüzin göresim gelür”
Yunus insan vücudunu bir şehre benzetiyor ve içinde, gönül Kâbe’sinde oturan Allah’ı görmeyi diler. Yunus’un bir başka beyti de şöyle:
“Eyid eyid kamusın ne kân ü ne madensin
Suret-i pür manisin padişahı sende bul”
Şeyhülislam Yahya da aynı bağlamda şu beyti söyler:
“Gönlünde senin gayr u sivâ sûreti neyler
Lâyık mı bu kim Kâbe’ye büthâne desinler”
(Senin gönlünde Allah’tan başka olan şeylerin, maddî dünyevî varlık ilgisi ve sevgilerinin, günahların, haramlara eğilimin, dünyaya taparlığın ne işi var? Kâbe’ye puthane demeleri layık mıdır, uygun mudur? Nasıl Kâbe’de Allah’a rakip olan, Allah yerine konulan putların yeri yoksa, orada sadece Allah ilgisi, bilgisi, sevgisi varsa, insanın gönlü de adeta bir Kâbe gibidir ve orada da Allah’tan başka bir varlığa yer verilemez, gönül, kalp zadece Allah’ı zikreder, onu anar, ona olan sevgisine yer verir.
*İnsan Bir Zenaat Değil, Sanat Eseridir: İnsanın parmak uçları da yüz suretleri de vücut yapıları da duygu, düşünce ve hayalleri de bir başkasına benzemez. Hz. Âdem’den bu zamana kadar yaratılan milyarlarca insanın hem biyolojik yapıları hem de psikolojik yapıları birbirine benzemez, insanlar birbirinin kopyası değildir. Her insan başlı başına ayrı, bağımsız bir sanat eseridir. Fabrikasyon usulü bir zenaat eseri değildir. Bu da Allah’ın bir mucizesidir. O yüzden insan İslam nazarında çok değerli bir varlıktır. Nitekim bu olguya Nabi bir beytinde şöyle vurgu yapar:
“Bu dershâne-i âlemde zümre-i insan
Bakılsa her biri bir nüsha-i mücelleddir.”
Bu dünya bir okuldur, dersanedir. Bu dünyadaki her insan da ayrı birer kitaptır. İnsan öylesine derin bir kitaptır ki şimdiye kadar psikolojisinden sosyolojisine, felsefesinden anatomisine kadar birçok bilim dalı, insan kitabını hâlâ tam olarak anlayıp açıklayamadı, yorumlayamadı. Zira insan çok çok geniş bir zenginlikler, sırlar barındıran büyük bir kitap gibidir.
*İnsanı İnsan Yapan Değerler:
Hayalî şöyle diyor:
“Âdemlik insan olmadır mirâc-ı ruhu bulmadır
İsa vücûda gelmedir nefh ile Meryem’den garaz”
Hayali’nin bu beytle ortaya koyduğu insan algısı şudur: Gerçek anlamda adam olmak demek, insan olmak demektir. Yani gerçek anlamda insanı insan yapan, insanı beşer olma aşamasından insan olma aşamasına yükselten değerlerle donanması ve insani değerleri bilfiil yaşaması gerekir. Yani saygın, değerli, erdemli, ahlaklı, Allah’a, tabiata, canlı cansız varlıklara ve insanlara değerini ve hakkını veren bir insan olmalıdır. İnsan olmak da ruhun miracına yükselmektir bu da Allah’a yükselmekle, namazla, ibadetle, bu dünyanın katı, sert, somut, karanlık, maddi değerlerinden uzaklaşıp; ruhun, kalbin manevi, soyut ilahi, kutsal yüksek değerlerine yükselmekle, maddeden manaya, dünyadan ilahî âlemlere, somuttan soyuta, kötülükten iyiliğe yükselmekle olur. Meryem’e ruh üflemenin amacı Hz. İsa gibi bir değerin, bir yüksek insan örneğinin, bir peygamberin yaratılmasıdır. Bu mısrayı şu ayetlerin ışığında anlamlandırabiliriz:
“Irzını koruyan Meryem’e ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir mucize kılmıştık.”(Enbiya, 91)
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “üçtür” demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter.”(Nisa, 171)
Yunus Emre de şöyle demişti:
“Gel imdi hicâbun aç senden ayrıl sana kaç
Sende bulasın mirac sana gelür cümle yol”
Şeyhülislam Yahya da bir beytinde şöyle der:
“Kande bir ehl-i kerem varsa yaşatmaz rüzgâr
Yir yüzünde şimdi bir âdem mi var âdem gibi”
Nerede ikram sahibi, cömert, iyiliksever, yardımsever, olgun, ahlaklı, erdemli, düzgün bir insan varsa zaman, dönem, ortam, toplum onu yaşatmaz, bir şekilde etkisizleştirir, itibarsızlaştırır, yok eder. Yeryüzünde şimdi adam gibi bir adam, sağlam, düzgün, yüksek karakterli, kaliteli bir insan kalmadı, yok. Tarih boyunca maalesef iyi, ahlaklı, düzgün, bilgili, kültürlü, eğitimli, güvenilir, mert insanlara fırsat, imkân ve geçit verilmiyor; bir şekilde yok ediliyorlar. Çünkü Allah’ı, hakkı hukuku, haramı helali bilen, hep iyilik yapan, çalışkan, gayretli, fedakâr insanların varlığı kötüleri, zalimleri, beleşçileri, hak hukuk gaspçılarını rahatsız ederler, kendi kötülüklerini eksiklik ve yanlışlarını ortaya çıkarıverir.
İnsanı insan yapan temel değerler, görünüşü, kılığı kıyafeti, makamı mevkii, parası pulu gibi eğreti maddi değerleri değil; kalbi ruhu, bilgisi, kültürü, ahlakı, imanı, vicdanı, hak hukuk, adalet, insanlık saygısıdır. Nitekim Fuzulî şöyle der:
“Eylesen tûtîye talim-i edâ-yı kelimât
Nutku insan olur amma özü insan olmaz.”
(Papağana kelimeleri söylemeyi öğretsen bile konuşması, sözü insan gibi olur ama özü, esası içi insan olmaz.)
İnsan olmak için ruhun, kalbin beynin iyi eğitilmesi, iyi, güzel, faydalı, olumlu değerlerle donatılması, Allah’a, canlı cansız bütün varlığa, tabiata, insanlara iyi davranması, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması lazımdır. Bazı insanlar papağan gibi doğru, güzel, iyi, faydalı sözler söylerler, nutuk çekerler, makale, kitap yazarlar, atalar tutarlar ama kendileri söylediklerini yapmazlar. Yani sözleri özlerine inmemiştir. Lafları işlerine dönüşmemiştir. Sözü başka özü başkadır. Bunlar insan değil, ancak papağandırlar.
*İnsanın Varoluş Amacı, Allah’ı Tanımak ve Gereğini Yapmaktır:
Hayalî’nin bir beyti şöyle:
“Cihânda adına âdem dene revâ mıdır
Cemâd gibi yatasın müsebbih ola tuyûr”
(Dünyada bütün kuşlar varlıklarıyla, ötüşleriyle kendi dillerinde Allah’ı anıp dururken; insan denen varlığın cansız varlıklar gibi Allah’ı hiç anmadan, hatırlamadan, ona ibadet etmeden yatıp durması uygun bir şey midir? Bu olacak iş midir?)
Bu dünyada her canlı kendi diliyle, yaptığı hareketlerle, duruşuyla Allah’ı zikretmekte, anmakta ve bir tür ibadet etmektedirler. Bunlar akılsız şuursuz oldukları halde Allah’ı anarken; akıl, ruh, şuur, ilim sahibi insanların bu evrenin yaratıcısını bilmemesi, anmaması, hatırlamaması, ona gerekli olan ibadetleri yapmaması olacak şey değildir. İnsan Allah’ı yok sayarak asıl yaratılış gayesini unutmuş demektir. Zira Allah bir ayetinde şöyle diyor:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zâriyât, 56)
Allah’ı tanımayan, unutan, ibadet etmeyen; hatta Allah’a isyan eden, inkâr eden, kendisini tanrı yerine koyup başkalarına zulmeden, kötülük yapan, haddini aşan, gurur ve kibir abidesi gibi dolaşanlar da insan olma özelliklerini hızla yitirmektedirler. Nitekim Nabi şöyle der:
“Halkdan gönlümün ol mertebedir vahşeti kim
Aksim âdem deyü mir’ata nazar eyleyemem”
Yani demek istediği şudur: Halkın, bazı insanların insanlık dışı, kalleşlik, hainlik, aldatma, kandırma, çalma çırpma, öldürme, yaralama, yalancılık, alavere dalaverecilik, güvenilmezlik gibi insana benzemez hareketlerinden dolayı gönlüm o derece onlardan ürktü ki aynaya bakınca yansımamın insan olduğunu bile iddia edemez haldeyim, yani kendimin insan olmasından bile utanır hale geldim. Kendime bile insan diyemez haldeyim, onlar insansa ben değilim noktasındayım.
Leskofçalı Galib de bir beytinde şöyle der:
“Mazhar-ı feyz-i ubûdiyet olandır insan
Yoksa, manîde kişi şekl ile insan olmaz”
Gerçek insan, ibadet feyzine mazhar olan yani yaptığı ibadetlerin kalbinde feyz, bereket, manevi ve saf bir etki meydana getirdiği kişidir. Şekilde, görünüşte yapılan ama kalbe ve ruha işlemeyen, dışta kalıp içe geçmeyen işler insanı insan yapmaz. İnsan, yaptığı ibadetleri samimiyetle, içten, benimseyerek, derinden hissederek, ibadetlerin gereğini yaparak insan olur.