AH İBRAHİM

Talat ÖZER

Her gün doğan güneş yeni bir şeyler fısıldıyor kulaklarımıza. İçimize akan ırmağın her damlası vaktin anlatısında bir gerçeklik fotoğrafı olarak kalıyor bize. İçimizin yokuşunda nice fırtınalar kopuyor saç tellerimize dertten imgeler yükleyen… Benliğimizin bir köşesinde sessiz bir çocuk gibi oturuyoruz. Oyun çağını yitiren büyükler olarak. Ruhumun seyyah koridorunda, gölgemin benimle bir derdinin olduğunu biliyorum. Evet, acı dolu bir zaman diliminde yalnız, yalın ve masum çocuklar için gülüyorum.
Gönülden yeniden yola düşmeyi diledim ve acının yüzüyle yeniden karşılaşmayı. Meczupların, meftunların, âşıkların, seyyahların dileği kabul olur demişti bir büyüğüm. Ben de o anlardan birine, ben de o tanımlardan birine rast geldim belki de çünkü çok zaman geçmeden dileğim kabul oldu.
Bu sefer bir gönüllü olarak değil de bir yazar olarak düşüyoruz ben ve Serkan Bey Malatya yoluna…
Hüzüne duran bir şehirin girişinde gelinlik giymiş kayısı ağaçları umudu ‘telmihleyerek’ karşılıyor bizi. Zihnimizde gideceğimiz konum belli ama ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Günler sonra o insanlar bizi yüreklerinde nasıl misafir edecekler inanın onu da bilmiyorum. Sadece sırrımıza yazılan gerçeğin gitmek olduğunu biliyorum.
Çok vakit geçmeden Malatya çadır kente varıyoruz. Orada daha önceden tanış olduğumuz bir aile var. Benden kitap isteyen İbrahim ve ailesi. Onları yeniden görmek istiyoruz. O çocuğun gözlerindeki okuma ışığını kaybetmiş olarak görmekten inanın çok korkuyorum. Gidip o çadırın önüne varıyoruz.
Çadırın önünde bir masa görüyorum. Masanın üzerinde bir çiçek. Bu görüntü beni çok mutlu ediyor. Çünkü yeniden başlamak isteyenler hayata bir yaşam belirtisi sunarlar. Bu sundukları içlerindeki umudun bir parçası olur. O umut zamanla filizlenir, yeşerir ve geleceğe taşınır. Bu görsellikle karşılaşmak bizi çok mutlu ediyor.
Abla, ben ve Serkan Bey’i tebessümle karşılayıp “Hoş geldiniz buyrun bugün size son kez çay ikram edelim. Yarın malum ramazan.” Biz de tebessümle bize ikram edilen bir bardak çayı geri çevirmiyoruz. Oturup samimiyetin rahyâsı ile konuşmaya başlıyoruz. Yan çadırdaki komşu abla da bize dahil oluyor. Laf lafı açıyor. Doğu Türkistanlı ablanın bir söylemi çok hoşuma gidiyor onu da sizlerle paylaşmak istiyorum kıymetli okurlar.
“Devletimizden de milletimizden de Allah razı olsun bize dört dörtlük bakıyorlar. Burada askerimiz bize elinden gelen her şeyi fazlasıyla yapıyor. Ekmeğimize kadar çıkarıyor. Okul çadırlarımız ve sağlık çadırlarımız da kuruldu. İftar çadırımız hazır hale geliyor. Evlerimizi kaybetmenin hüznü var ama ramazanın mutluluğu da içimizi ısıtıyor. Biz bu günleri aşarız birlikte aşarız. Yeter ki insanlığımızı yitirmeyelim.”
Bu konuşmadan sonra oğlu İbrahim’i soruyorum. Abla da konuşmasına devam ediyor.
“ Gündüz okula gidiyor gece gelip çadırın içinde el feneri ışığında kitap okuyor. Anne diyor çok okumalıyım çok okuyup bende eserler yazmalıyım.”
En çok çadırlara elektrik verilmesini İbrahim için istiyorum…
İşte bu cümleleri duyduktan sonra gözlerim doluyor. “Bir hikayesi olmalı bazı şeylerin.” dediğim mısram zihnimde yankılanıyor. Bir çocuk çadırda el feneri ışığında kitap okuyor ve ben yazar olacağım diyor. Benim için dünyanın en güzel cümlesi bu olsa gerek. İçimde hüzünle umuda karışık bir duygu. Abla yeniden söze katılıyor.
“ Ben oğlumu sokağa salmadım küfür öğrenmesin, kötü ahlak edinmesin diye o da hep kitaplarla arkadaş oldu ve kitap okuyanlarla. Bir de muhabbet kuşu vardı o da depremde evde kaldı herkes can havliyle dışarı doğru kaçarken o da kafesinden çıkıp gitmiş. İbrahim ona çok üzüldü…” bu cümlelerden sonra çayımız bitiyor ve müsaade isteyip biraz çadırların arasında gezmek istiyoruz. Her şey daha iyi eskiye nazaran fakat çadır köşelerinde oturup uzun uzadıya düşünen insanları da görmemek mümkün değil. Hâlâ daha o korku insanların yüzünde duruyor. Sonra kendime dönüp içimden sesleniyorun;
“ Ey şair, insanların hüznüne bir damla su ol. Yürekleri ferah olsun. Ruhlarından bedenlerine bir cesaret dolsun. Bu acılar elbette toparlanıp gider bu şehirden ama her yolculuk biraz zaman alır çağın sırtında…”
İçimde bu kelimelerin kendisel yolculuğunu duyarken İbrahim’in uzaktan bize doğru geldiğini görüyorum.
“Hocam hoş geldiniz. Okuldaydım. Okul yeni bitti.”
“Nasıl gidiyor hayat İbrahim?”
“Okula gidip geliyorum. Sonra akşamları kitap okuyorum. Hocam çizgi roman getirdiniz mi? Kitaplar. Sizin verdiğiniz kitapları okudum, bitmek üzere…”
“Bu sefer kitap getirmedik. ” diyorum. “Senin kitabını konuşmak için geldim.”
Gözlerinin içi gülüyor.
“Muhabbet kuşlarını size anlatacağım. Çok güzel olacak hocam. Öykümde içeriğim bu olacak.”

Ey okur!
Ben vicdanımın sesiyle bir çocuğa bugün bir söz verdim. Bir edip olarak söz verdim. Bir ağabeyi olarak söz verdim. Çadır kentte yazılacak ilk kitap olacak, bunu biliyorum. Bir şeyler yapmak için elimden geleni yapacağıma söz verdim.
Biliyorum o çocuk bu hayalle uyuyup kalkacak.
Biliyorum bu çocuk bu hayalle ve o kitapla ayağa kalkacak.
Ben o çocuğu geleceğimiz olarak gördüm. Ey okur! Ben oraya bu sefer belki de o çocuk için gönderildim. Gönlünden tutmak için…
Şimdi bu çocuğun gönlünden tutmak için yan yana geliyoruz. Sen de bizimle ol. İbrahim ve diğer çocukların yüzü gülsün…

Buraya İbrahim’in el yazısıyla bir metin bırakıyorum.
Umudu bir de onun cümleleriyle okuyun.

Yorum Yaz

Hakkında yorum “AH İBRAHİM”