Talat Özer

Konuşamıyorum, anlatamıyorum, uzun uzadıya susuyorum. Artık yorgunluğumu ruhumda ve bedenimde oldukça fazla hissediyorum. Bu satırları size çocukların gözlerine sinen korkunun hüküm sürdüğü, annenin evladını kaybettiği, babanın bir enkazda evladının ölüm soğuğu değen elini bırakmadığı, yuvaların yıkıldığı, son akşam yemeğinin yendiği, gözyaşının mevsimsizliğinde ağıtların yankılandığı topraklardan yazıyorum…
Telmih Gönüllülük Hareketi olarak günlerdir sahadayız. Kar kış kıyamet üçgeninde yüzlerce enkaz, binlerce insan gördük. Geriye kalanın acısını sokaklarda duyduk. Bulvarlarda, meydanlarda acının ortak dilini duyduk. Kalbimizden bir parça koparıp onlara sunmak istedik.
Paramparça yollardan yardım bekleyen köylere ulaştık. Gönüllere dokunmaktı esas işimiz, yalnız değilsiniz demekti görevimiz. Onlarca gözyaşı ruhumuza karıştı. Anlatacaklarım oldukça fazla ey okur, fakat söze nasıl başlayacağımı da bilemiyorum… Günlerdir kendi içime konuşuyorum, kendim haricinde kimse duymuyor, susuyorum… Yokuşa akan sular gibiyim. Ekliyorum, toparlıyorum fakat hiçbir şey eskisi gibi olmuyor zihnimde.
Sevdiklerimi kaybettim ey okur, ekmeğini benimle bölen insanlar göçüp gittiler dünyadan. Uyanmak istiyorum bu rüyadan… Sonra diyorum ki hiçbir kâbus bu kadar uzun sürmez. Gülmek istiyorum, işimi yapmak istiyorum. Fakat kolum kanadım kırık, hiçbir şey yapamıyorum. Elazığ, Malatya, Adıyaman üçgeninde dolaşıp duruyorum. Kendimde cesareti o insanların yüzünü belki bir kez daha güldürebilmek için buluyorum. Gündüz sahada dimdik durup gece gözyaşımla gündüzü zihnimden geçiriyorum. Uykumu bölen depremden sonra gözlerim hiç ama hiç derin bir uykuya dalmadı. Ki hiçbir şey eskisi gibi de kalmadı. Ateş düştüğü yeri yakar. İnsan gördüğü kadar değil yaşadığı kadar üzülür. Coğrafya kaderdir. İnsan doğduğu yere mi gömülür? Felaket bu. Elbette gün geçtikçe yaralar sarılır… Ama zihinde bazı sesler hep diri kalır.
Ben bugün sizinle üç hikaye paylaşıp bu yazı dizisini seri olarak kaleme almak istiyorum. Biliyorum. Uzun şeyler okumaya sabrınız yok. Bu defa bende uzunca yazacak kadar güçlü değilim…
***
Her yerin enkaza döndüğü bir şehirdeyiz. Sağın enkaz, solun enkaz, bedenin enkaz, ruhun enkaz. Sessizlik. İçimizde ayak sesi duyulan, yalnız dev arabalar sıralanmış memleket. Burada insanlar korkunun eşiğinde, sessiz. Adıyaman’da meydanda saat o anda durmuş, onun bile ileriye yürümeye, bu acıyı görmeye sabrı yokmuş. Yollar paramparça. Gözyaşı ve acı, sabırdan başkası olamaz bu durumun ilacı. Bir apartman, aile apartmanı, yerle yeksan. Ekmeği bölüşmeye gidiyorsunuz. Malzemenizi, yükünüzü indirirken bir ses son kayıp bulundu diyor. Sonra bir ses,sonra bir figan… Öyle bir an ki, en metanetli insanı getirsen göstersen orta yerinden kalbi kırılır. “Annem..!” diyor… “Annem ben seni çok seviyorum annem..!” diyor… “Gitme…” İşte o anda her şey susuyor. Bir anne evladını bırakıp dünyadan göçüyor. Bir adam ardından gözyaşı döküyor. Sonra kırmızı bir minübüse siyah bir ceset torbasıyla yüklenip isimsiz bir mezarlığa gömülmek için yola çıkıyor araç. Aklınızda o kızın ağlama anı, “anne seni çok seviyorum” haykırışları kalıyor.
***
Sahadasınız. Bir ateşin etrafında bilmediğiniz onlarca insanla ısınmaya çalışıyorsunuz. Bedeniniz ısınıyor ama ruhunuz donmuş, bir türlü çözülmüyor… Böyle bir felaket görmemişsiniz. Yanınızda uzun uzun ağaçlar var. “Bunlar ne?” diyorsunuz. Maden İşçisi Süleyman Abi diyor ki : “Onlar bizim kader ortağımız,onlar bizim enkaz altında can damarımız.” “Süleyman abi yoruldun mu Süleyman abi?” diyor. “20 saat çalıştım dört saat dinlenme hakkım var yeter ki canlı sesi duyulsun kalkıp çıkıp giderim vallahi o can için bir yirmi saat daha çalışırım. Biz madenciyiz bizim işimiz yer altı. Kömür için değil ömür için geldik.” diyor… O an o ateşin etrafındaki herkesle kader ortağısınız. Kimsin, nesin, kimlerdensin demeden aynı amacın aynı mücadelenin bir parçası oluyorsunuz. Birisi dönüp ekip arkadaşım Gökhan’a soruyor: “Telmih neyi hatırlatır?” “Elcevap iyi günde kötü günde yan yana durmayı, bugünü hatırlatır.” diyor…
***
Besni tarafında yol üzerindeki bir köye varıyoruz. Köy muhtarına “Muhtar bu yiyecek senin.” diyorsun. Yüce gönüllülüğe bakar mısınız… “Bu durumda muhtar yemez, muhtar içmez, muhtar uyumaz. Önce mahallelim.” diyor. (Diğer taraftan da telefon numaranıza başka bir bölge için ihbar düşüyor. “Muhtar akrabalarına gelen yardımı dağıttı. Açız, bize de yetişin…”) Kadının biri korku dolu gözlerle yaklaşıyor. “Abi ne olur bana cevap ver, sen Elazığ’da depremi gördün. Yaralar sarılacak mı? Telefonda son depremler için ikaz geliyor. Ayın 12’sinde çok büyük bir deprem olacak, bak ne olur bize de söyle biz çok korkuyoruz.” “Ablacım depremi Allah’tan başka kimse bilmez…” diyorsunuz. Korku dolu gözlerine bakarak. Anlatacağım onlarca hikaye var, bu bir girizgah olsun.
Deprem bölgesindeyim. Sürekli sahadayım. İmkan buldukça sizlere içimden geldiğince gerçekleri en şeffaf haliyle yazacağım. Elazığ, Malatya, Adıyaman üçgeninden sizlere sesleniyorum… Yıkılan umutlardan, kırılan hayallerden, sokakta yaşamını sürdüren insanların yakınından.. Ölümlü dünya. Bir dakikada çok şey değişir. Gelecek yazıya kadar hakkınızı helal edin. Fakat haklı mücedelenizden ve sağ duyunuzdan asla vazgeçmeyin…

Hakkında yorum “Acının Merkezinden Yazıyorum 1”
Rabbim cümlemizin yardımcısı olsun inşallah. Allah ebeden hepinizden razı olsun. Bu millet sizlere minnettar bu yaptıklarınızı asla unutmayacak İnşallah. Rabbim, karınca misali safınızı gösterdiğiniz için sizleri de cennetiyle mükafatlandırsın inşallah. Ekibinize selamlar, saygılar…